Dolar 38,7570
Euro 43,0528
Altın 4.018,07
BİST 9.631,25
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Ankara 18°C
Az Bulutlu
Ankara
18°C
Az Bulutlu
Sal 17°C
Çar 18°C
Per 21°C
Cum 26°C

PKK’YI VURDUK, DAEŞ KAÇTI! ACI GÖREV…

PKK’YI VURDUK, DAEŞ KAÇTI! ACI GÖREV…
2 Nisan 2017 11:42
241

 

ACI GÖREV!

 

Şehit helikopterin içinde. Helikopterde şehidin ayakucunda duran kim peki? Onun adı da ‘şehit refakatçisi’… O, şehit naaşı taşınırken de, cenaze namazı kılınırken de, devlet töreni yapılırken de, kabrine konulurken de başından, ayakucundan hiç ayrılmayacak. Bu anlar boyunca hep al bayraklı tabuta bakacak. Gözlerini de hiç ayıramayacak. İstese bile..

 

 

SİZLER bir şehidi hep al bayrağa sarılı tabutta gördünüz. Peki bir şehidin nasıl taşındığını bilir misiniz? Şehit düştüğü yerden tabuta konacağı, al bayrağa sarılacağı, komutanlık töreninin yapılacağı alana hangi zorluklarla ve nasıl geldiğini?

 

 

Şehit ve yaralıları çatışma alanlarından çıkarmak için daha nice şehit ve yaralı verildiğini.

 

 

İkiyakalar’da şehit düşen pek çok Mehmetçiğin “şehit düşenleri çekmek için” şehit düştüğünü.

 

 

 

KUCAKTA, SIRTTA…

 

 

Şehitlerin, mermilerin, roketlerin altında, çatışma toprağından, çamurundan, kayasından, molozundan, tozundan ve bunlara karışmış şehit kanından kaldırılıp, kucaklarda, sırtlarda, çatışma sıcağı yol verirse pançolarda, sedyelerde, sonra ciplerde, kobralarda, kirpilerde, en nihayet helikopterlerde taşındığını bilmelisiniz. Şehit helikopterin içinde, dipte, siyah torbada! Birazdan “Yüksekova’dan Van’a” havada.

 

 

 

Helikopterin içinde şehidin ayakucundaki kim peki? Onun adı da “şehit refakatçisi”… O, şehit naaşının gideceği bütün yol boyunca şehidin ya ayakucunda ya baş ucunda duracak. Şehidin cenaze namazı kılınırken de, devlet töreni yapılırken de, kabrine konurken de başından, ayakucundan hiç ayrılmayacak.

 

Ama hep ötede, birkaç adım geride, kenarda duracak.

 

 

Şehidi uğurlayanlar, cenazesine katılanlar, siz, onun kim olduğunu hiç bilmeyeceksiniz. O ise bu anlar boyunca hep, al damgalı şehidin sarılı olduğu al bayraklı tabuta bakacak. Gözlerini de hiç ayıramayacak. İstese bile! Ta ki şehit mezarına konup, son toprağı üstüne atılıncaya kadar. Sahadan, mücadele alanlarından, silah arkadaşlığından “bir nefes” olarak atılan son toprağa kadar şehidin başında durmaya devam edecek.

 

 

 

O da bir toprak atacak arkadaşının üstüne. Böylece görevi sona erecek.

 

 

 

O ÇIĞ GECESİNE DÖNDÜM

 

 

Mehmetçikler bir şehidimizi uğurluyorlardı. Orada gördüklerimden sonra gözüm, gönlüm hep o ana takılı kaldı. Sabahın dördünden sonra yine uyuyamadım. 91’i 92’ye bağlayan kış Şırnak Gabar Dağı Görmeç Üs Bölgesi’nde ‘ÇIĞ’a şehit verdiğimiz 65 Memedimiz; 64 komandosuyla birlikte şehit düşen Alaeddin Üsteğmen’im aklıma geldi. Ağladım. Sonra da bu yazıyı yazdım. 

 

 

 

65 TABUTLA BİRLİKTE…

 

 

Ben, kamyonun sırtındaki al bayrağa sarılı 65 tabutla bir ‘şehit refakatçisi’ olarak Şırnak’tan nasıl yola çıktığımı hiç unutamadım. Koca kırmızı bir kamyonla, bir kamyon şoförüyle ve 65 şehitle Cizre’den, Nusaybin’den, Mardin’den nasıl geçtiğimizi. O kar kış kıyamette, Mazı Dağı geçidinin nasıl geçit vermediğini… 65 şehit yüklü o koca kırmızı kamyonun o yolda nasıl kayıp durduğunu…

 

 

Öndeki eskort polisimizin nasıl kaza yaptığını. Ancak gecenin köründe Diyarbakır’a ulaştığımızı.

 

 

Gencecik bir teğmenken yaşadığım bu ağır acıyı hiç unutamadım.

 

 

(Yazar Notu: 1 Şubat 1992. P. Ütğm. Alaeddin Saraçyakupoğlu’nun bölüğünden 64 Mehmetçikle birlikte şehit olduğu bu çığ faciası, terörle mücadele tarihinin en büyük doğal afetidir.)

 

 

 

 

 

YARALI KOLLA 3 GÜN MÜCADELE

 

 

Bülent Yarbay’ın yaralandığını üç gün sonra öğrendim. Söylememiş, söylenmesini de engellemiş. 

 

 

– “Nasılsın Bülent?” 

 

 

– “İyiyim komutanım.” 

 

 

– “Çok yoruldun. Seni çekelim.”

 

– “Burayı terk etmemem lazım.”

 

 

Pençe yanıma gelip dedi ki; “Komutanım Bülent yaralanmış, söylememiş. Rapor çekmemiz lazım. Mermi kolundan girip çıkmış. Üç gün geçmiş, üç gündür o koluyla çatışmanın içinde. 

 

 

İnanamadım. “Çekin WhatsApp’tan atın.”

 

Sonra; “Uveylin’deyim Bülent. Yanıma gel.”

 

 

Gece saat birde buluştuk.

 

 

“Mikrop kapar be aslanım!”

 

 

“İdare ederiz komutanım. Yaradan çok daha önemli işlerimiz var.”

 

 

Böyle vatan evlatlarıyla çalışmaktan çok onur duydum. Bu vatan evlatları geçmişte neler yaşadılar. Sadakat, liyakat ve samimiyetle vatanlarına hizmet ederken bir de iftiralara maruz kaldılar. İşte üç gün kolunda kurşun deliğiyle savaşıp haber vermeyen, hatta haber bile verilmesini engelleyen Bülent bunlardan biri.

 

 

 

 

AYNI TEPEDE ÇİFTE SAVAŞ

 

EL Wasitiya tepesinin doğusu ve güneyi YPG-PKK, doğusu DEAŞ’tı. Biz bu tepede sabah DEAŞ ile savaştık, öğleden sonra YPG-PKK ile savaşmaya başladık. Tam tepeyi alacağımız vakit YPG-PKK arkadan geldi ve bizim zayıflattığımız DEAŞ’ın boşalttığı bölgeleri ele geçirerek bize saldırmaya başladı. Biz DEAŞ’la savaşırken, PYD-PKK bizi yandan ve gerilerden ZSU-23 , 23-2’ler ve havanlarla vurmaya çalışıyordu. 

 

 

 

YPG sürekli fırsatçılık yapıyordu.

 

 

Bu sefer de YPG-PKK’ya yoğunlaştık. Bunun üzerine DEAŞ tekrar saldırmaya başladı. Aslana bulaşmış çakallar gibilerdi. Bu karakter bütün harekât boyunca devam etti. Özellikle kesişim bölgelerinde.

 

 

Biz burada hem terör örgütleriyle hem de onları güden iradelerle savaştığımızı, savaşacağımızı çoktan anlamıştık. 

 

 

Bu çatışmaların en ilginç olaylarından biri de önce duyulmaya başlayan helikopter sesiydi. Yakınımdaki keskin nişancı arkadaşların kullandığı Vektör-21 mesafe ölçer dürbünüyle gökyüzünü taradım ve o helikopteri gördüm.

 

 

Bir Mi-24’tü. Rus tipi taarruz helikopteriydi. Bu helikopterden rejimin, Rusya’nın ve İran’ın elinde vardı.

 

 

Alt kapağını açıp iki varil bombası bıraktı. Varil bombası öyle bir şeydi ki, düştüğü yeri cehenneme çeviriyordu. Her biri 500 metrekarelik bir alanı kaplıyor, yakıyordu.

 

 

Bombalar tam Cephet-ül Şamiye’nin savaştığı bölgeye düştü. Oracıkta 3 şehit ve 10’dan fazla yaralı verdiler. Cephet-ül Şamiye bu sırada PKK ile savaşıyordu.

 

 

 

İLK ŞEHİDE PANÇODAN KEFEN

 

 

İlk çatışmaya Keklice köyünde girdik. Ama DEAŞ ile değil, YPG-PKK ile. Özel kuvvet taburumu üçe böldüm. Yanımızda 13 tank, 9 ZMA ve ÖSO savaşçıları vardı. Biz işte bu kadar kuvvetle Cerablus’u ele geçirdik. Hafif çatışmalar yaşandı. ÖSO halletti.

 

 

Emrimdeki birlikleri iki operasyon koluna böldüm. Birinci kol Fırat’a paralel güneye inecek, Amiri’yi alacaktı. Diğer kol da batıya doğru ilerleyecekti. İşte ilk şehidimizi bu operasyonlarımız sırasında Amiri bölgesinde verdik. PKK-YPG tankımıza Milan attı. Vurdular. Bir tepe vardı. O tepeyi almaya çalışıyorduk. Direniş sert olunca, başka bir noktadan müdahil olmak üzere bölgeye girdik. Tepeyi ele geçirdik. 

 

 

 

YANAN TANKA KOŞTULAR

 

Tam bu sırada bir patlama sesi geldi. Araçların kapılarını açtık. 

 

 

Tankın isabet aldığını, yavaş yavaş yanmaya başladığını gördük. O esnada bizden biri tanka doğru koşuyordu. Süratle tanka çıktı. Kule kapağından içeri girdi ve tankın içinde kalan arkadaşı tutup çıkarttı. İki kişi kendi imkânlarıyla kurtulmuştu.

 

 

İlk koşan sıhhiyeci Mutlu Başçavuşumdu. Tankın içindeki yaralıyı o ateşin içerisinden çekip çıkarttı. Ne yazık ki Mehmetçik ağır yaralıydı. İki dakika geçti geçmedi. Nabzı gitti. Onun şehit olduğuna şahit oldum. Önce yüzüne bir tebessüm düştü. Ve öylece gitti.

 

 

Yanımızdaki kamuflajlı pançoyla onu kefenledik. Sonra da dua ile araçlardan birine koyup uğurladık. Onu ilk önce Cerablus’a, oradan da anavatana götüreceklerdi.

 

 

 

Adı Ercan’dı. Uzman çavuştu.

 

 

 

Onu şehadetten kurtaramamış olsak da tankın içinde yaşanan cehenneme de bırakmamıştık. Tank hemen sonra büyük bir alev topuna döndü ve patlamalarla birlikte sabaha kadar yandı.

 

 

 

 

 

Türk tankının atışı ile , PKK’nın doçkalı, ZU-23’lü üç pick-up’ını darmadağın ettiğini gören DAEŞ arkasına bakmadan kaçtı…

 

 

PKK’yı vurduk DEAŞ kaçtı

 

 

Yanımda tankıyla Kıdemli Astsubay Çavuş Ömür vardı. Gencecikti. Ateş mevzisine tankını sokup attığı mermilerle PKK’nın doçkalı, ZU-23’lü üç pick-up’ını darmadağın etti. Mozallah’ı bu şekilde vurduğumuzu görünce DEAŞ Yusufbayk’tan kaçmaya başladı. Sanırım bu atışlar empati yapmalarına neden olmuştu. Şaşkın şaşkın ne güldük ama…

 

 

ÖSO liderleriyle toplandık. Üç mihver belirledik. Yusufbayk, Keklice… Bir kol da Bülent Albayrak binbaşının emir komutasında Er Rai-Çobanbey tarafına gidecekti. Buradaki ilk çatışmalar Yusufbayk’ta başladı.Yusufbayk’a yaklaşınca doçkalar atışa başladı. ÖSO savaşçıları etrafımızda toplanmaya başladılar. Fıstık bahçelerinden ilerlerken, ÖSO bir de bizi korumaya çalışıyordu.

 

 

Bizimle kader birliği yapmışlardı. Ve buna inanıyorlardı. Kim ne derse desin, bu adamlar Suriye’nin milli kuvvetleriydi. İçlerinde dışarıdan hiçbir katılım yoktu. Onlar vatanlarını, evlerini, topraklarını, yaşamlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Bunun da ancak Türkiye ile olabileceğine inanıyorlardı.

 

 

 

Bununla birlikte ÖSO’nun bir büyük sorunu vardı. Liderlik!

 

 

Bir de iç çekişmeler. Çok farklı farklı yapılardan oluşuyorlardı ve çok farklı motivasyonları vardı. Bunları düzeltmek için çok uğraşmak zorunda kalacaktık.

 

DEAŞ bizden korkup kuvvet toplama alanları oluşturmaya başlayınca, fırsatçı PKK aldığı himaye ve desteğin şımarıklığında tutabildiği her yeri tutmaya başladı. Bunu da kendi aklı ve keşfiyle yapmıyordu. Bu kadar netti.

 

 

 

 

TANKIN EZMEDİĞİ SU BORUSU

 

 

Yanımda tankıyla Kıdemli Astsubay Çavuş Ömür vardı. Gencecikti. Ateş mevzisine tankını sokup attığı mermilerle PKK’nın doçkalı, ZU-23’lü üç pick-up’ını darmadağın etti. Mozallah’ı bu şekilde vurduğumuzu görünce DEAŞ Yusufbayk’tan kaçmaya başladı.

 

 

Sanırım bu atışlar empati yapmalarına neden olmuştu. Şaşkın şaşkın ne güldük ama.

 

 

İlerlemeye başladık. Önümüze çıkan bir evde yaşlı bir amca, 3 kadın, 4 de küçük çocuk vardı. Her ne hikmetse evi terk etmemişlerdi. Tankın ilerleme istikametinde evin su ihtiyacını sağlayan artezyen kuyusunun borusunun üstünden geçmesi gerekiyordu. 

 

 

Suları kesilmesin diye tankı etrafından dolaştırdık.

 

 

Onlar da bunu gördüler. Nasıl dua ettiler bir görseniz. Eve buyur etti amca.

 

 

Biz halk zarar görmesin diye geleceğimizi önceden köy halkına haber veriyorduk. Bu bize dezavantaj getirse de bir tek masumun zarar görmemesi için açık bir harekât icra ediyorduk.

 

 

Artık görüyorduk. Dere yataklarına saklanmış halk oralardan çıkıyor, evlerine dönüyorlardı.

 

 

Bizim böyle davranmamızın, köylülere zarar vermeme gayretimizin de başka karşılıkları oluyordu. Artık köylüler içinde bize gönüllü olarak haber verenler vardı. DEAŞ’ın görüntülerini çekip bize ulaştırıyorlardı. Böylece pek çok DEAŞ mevzisini tespit ettik, vurduk vurduk geçtik.

 

 

 

 

 

 

‘TÜRK ASKERİ BİR YERDE KANINI VERİRSE BİR DAHA ORAYI BIRAKMAZ’

 

 

BAB’da çatışan bir asker anlatıyor:

 

 

Bab Akil Dağı çatışmalarında bilinen mermilerle şehit olan yok. Şehitlerin hepsi bombalı araç, roket, havan…

 

 

 

DEAŞ yoğun bir havan atışına başlamıştı. Biz kimi zaman ZMA ya da tankı kendimize siper ederek ileri noktalara sıçrıyorduk. Sonra olmaması gereken bir şey oldu ve yanımızdaki Leopar tankı arıza yaptı. Ben bu ana kadar Leopar’ın en iyi tank olduğunu düşünürdüm. Ancak her tarafı elektronik olan bu tank bir arıza verdiği zaman çakılıp kalıyordu. Oysa M60T’ler daha mekanikti ve muharebe sahasında daha az problem çıkartıyordu.

 

 

Havan atışları sırasında bir havan mermisi arıza veren tankla güney duvarı arasına düştü. O sırada ayakta mevzi tutmuş ve ateş eden Önder Astsubay yaralandı. Onun hemen arkasında Göktan Astsubay’la, Ömer Güner Astsubay vardı. Onlar arkadan gelip Önder’i kucakladıkları gibi emniyetli bir bölgeye çektiler.

 

 

 

BACAĞIMDAN ŞARAPNELLE

 

 

O sırada ben de bacağımdan bir şarapnelle yaralandım. Baktım, idare eder, çatışmaya devam ettim. Sonra bir fırsatını bulup, pantolonumu sıyırdım ve bacağıma baktım. Bu şartlarda benden çok daha ağır yaralılar varken, ben bu çatışmayı bırakamazdım. Bayram Ali’yle, Ömer ve Göktan ağır yaralı Önder’e yardım ediyorlardı. Onlar acil yardımdayken ben onları himaye ediyordum. 

 

 

 

Önder kendini kasmıştı.

 

 

Nefes alamıyordu.

 

 

Makasla dişlerini kırarcasına ağzını açtılar. Nefes almasını sağladılar. 

 

 

Sonra onu zırhlı aracın içine koydular.

 

 

Furkan yanıma koşup dedi ki, 

 

 

“Abi tabur komutanına söyle tahliye edelim, yoksa şehit olacak.”

 

 

 

 

TAHLİYE YOK, TAKVİYE GELECEK

 

 

Ben de Furkan’a dedim ki: “Komutana söylerim ama durum ortada kardeşim.”

 

 

Hemen sonra tabur komutanı da yanımıza geldi. “Komutanım tahliye edelim. Yoksa şehit olacak.” Komutan, “Etrafımız sarılı aslanım!” dedi ve devam etti: 

 

“Tahliye olmayacak, takviye gelecek.”

 

 

Göktan komandolardan yaralı olan bir Biksi’cinin Biksi’sini almış ateş ediyordu. Onun orada o Biksi’yle, yaklaşmakta olan bir pick-up’ın içindeki bütün DEAŞ’lıları vurduğunu gördüm. 

 

 

Bundan sonra bir sessizlik oldu.

 

 

 

BAB’DA BİR FURKAN

 

 

Bizi tepeye kadar Furkan götürdü. 

 

 

Yüzbaşı Alper şehit olduğunda da yanındaydı. Çatışma sırasında bir hemşehrim var, Erol Başçavuş… Yanına doğru gidiyorum. Kurban Astsubay orada öylece kalakalmış, ağlıyordu.

 

 

“Ne oldu Kurban” dedim. 

 

 

“Komutanım Önder şehit oldu, ona ağlıyorum” diye yanıt verdi. 

 

 

Ben de, “Moralini yüksek tut be aslanım! Hepimiz üzülüyoruz ama burada üzülmeye fırsat yok. Kendimizi bırakırsak çok daha kötüsü olur. Daha çok şehit veririz” diye teselli etmeye çalıştım. 

 

 

Bu telkinden sonra Kurban oradan çıktı ve mevzilere doğru gitmeye başladı.

 

 

Sonra Erol Başçavuş’la konuşmaya başladım. Tam işte bu anlarda bir bağırış oldu: “Bombalı araç! Bombalı araç!”

 

 

 

Başımı bir çevirdim. Bombalı araç 6-7 metre arkamdaydı. Aracı görmemle başımı ZMA’nın içine sokmam bir oldu. 

 

 

Ve araç patladı:

 

 

“Öldüm mü ben?”

 

 

“Ne oldu?”

 

 

Başımı içeri soktuğum halde, ilk başımdan kanlar damladığını gördüm. 

 

 

Bilal baktı, “İki kaşın yarılmış” dedi. Aceleyle boynumdaki puşiyi çıkartıp başıma sardı. Şıp şıp! Başımdan kan damlıyordu. Kolonu kaldırmaya çalıştım. Olmadı. Bayram Ali ile Ömer Başçavuş geldi. Kolonu çektik. Ellerimizle kazımaya başladık. İlk önce Serdar Başçavuş’u çıkarttık. Serdar Başçavuş’un ayakları yamuk duruyordu. Ayakları kırılmış zannettik. Ama kırılmamıştı. Sonra yığının altından bir kol uzandığını gördük. Canhıraş eşelemeye başladık. Ve Tarık Başçavuş’u da oradan çıkardık. 

 

 

Canlıydı!

 

 

Onları pançoya koyduk.

 

 

Baktım, herkes şehit ve yaralılara yardım ediyordu. Ben de devletin malzemelerini toplamaya başladım. O esnada kılıflı bir tabanca buldum. Her nedense tabancanın Sait Başçavuş’a ait olduğunu düşündüm. Ben orada malzeme toplarken Sait’i gördüm; “Sana bir şey olmadı mı Sait?” dedim.

 

 

“Olmadı” dedi.

 

 

Çok sonradan, Ruslar tarafından söylenmiş bir söz duyacaktık. 

 

 

Bu askerce bir tespitti.

Biz Akil Dağı şehitlerini verince Ruslar demişti ki: “Artık Bab düştü.”

Sonra da eklemişlerdi: “Türkler artık bu işi bitirdi. Türk askeri bir yerde kendi kanını verirse bir daha orayı bırakmaz.”

 

 

 

 

 

PKK’NIN TANKIYLA ORADA TANIŞTIK

 

 

MENBİÇ tarafındaki Balaban köyünde PKK’nın toplandığını öğrendik. Sultan Murat Tugayı’yla birlikte üstlerine yürüdük. Engebeli bir araziydi. Burada bir sürprizle karşılaşacaktık. Bu köyde PKK’nın tankı vardı. Seçebildiğim kadarıyla bir T-62’ydi. Hem o tankla attılar hem de tanklarımıza dört güdümlü tanksavar roketi Cornet fırlattılar. PKK’nın tankıyla, daha doğrusu o tankın attığı mermiyle ilk kez orada tanıştık. Artık bizimkiler gümbürdemeye başladılar. 50-60 kişi vardı, bizim tanklar onları fena sopaladılar.

 

 

Bizim zırhlılar PKK’nın elindeki ateş gücünü ve neler olabileceğini anlamıştı. Vurulmamak için önce keşif ve hedef tarifi, sonra süratle yaklaşıp, seri atış yapıyor ve mevzi değiştiriyorlardı.

 

 

 

 

YAŞLI AMCADAN GÜMGÜM İKRAMI

 

BURALARIN halkı bizi kurtuluş olarak görüyordu. Bütün fakirliklerine rağmen ellerinde ne varsa bizimle paylaşmaya çalışıyorlardı. Şeker, ekmek parçası.

 

Biz de onlara kumanyalarımızı veriyorduk. 

 

 

Su büyük bir sıkıntıydı. Çocuklara pet şişelerde kendi içme suyumuzu veriyorduk, koşa koşa evlerine götürüyorlardı. 

 

 

Sabah bir ziyaretçimiz vardı. Yaşlı mı yaşlı bir amca. Demirciymiş. Sırf bize ikramda bulunmak için gümgüm yapmış.

 

 

Gümgüm, Araplara özgü mırra’nın pişirildiği bizimkilerden çok daha büyük, cezve işlevi gören sürahi gibi bir şey. Orada kaldığımız iki gün boyunca her sabah yanımıza gelip bundan ikram etti, kırmadık, izin verdik.

 

 

 

 

 

 

ZAFER BAYRAMI’NDA CEPHE TAARUZU
 

 

 

30 AĞUSTOS’TA hedefimiz Kulliyah köyüydü.

 

 

31. Özel Kuvvet Tabur Komutanı Bülent Albayrak Binbaşımızın taburu da Zorhar (Zavgar) köyünü ele geçirecekti.

 

 

Yaklaştık, muharebe keşfi yaptık. Artık her taraf dümdüzdü. O zaman cephe taarruzu yapacaktık.

 

 

Yayıldık ve muharebe düzenine geçtik. 

 

 

Biz birinci hatta, arkamızda ÖSO’cular… 

 

 

Böylece Kulliyah’a taarruza geçtik.

 

 

30 Ağustos Zafer Bayramı öncesi, aynı atamızın yaptığı gibi, bugün biz de Suriye’de DEAŞ’a karşı cephe taarruzu yapıyorduk. Gazi Mehmetçik Paşayı, gazi ataları anmadan, yad etmeden edemezdik. Bizim onları yad edişimiz de Mehmetçik’e özgüydü. Sürat, atılganlık, cesaret, atış, şok etkisi ve biraz da deli gözlük… İşte böyle DEAŞ’ın üzerine yürüdük.

 

 

MAYIN TARLASINDA KRİTİK ANLAR! TIKLAYINIZ….

 

 

KAYNAK : Abdullah AĞAR – EL BAB KAHRAMANLARI  / HÜRRİYET